Hayatımın önemli bir kısmı Ankara’da geçti. 83’te eğitim için geldiğim Ankara da Ortaokul, Lise ve Üniversite sonrası iş yaşamı beni İstanbul’a çekti. Ankara’da yaşamak benim için bir ayrıcalık olmuştur hep. Özellikle lise dönemimde Aydınlıkevler de geçen 3 yılı ve sonrası ODTÜ yıllarını unutamam.
Aşağıdaki Ankara ile ilgili yazıyı lise arkadaşımın Facebook paylaşımında okudum. Yazılanların bir çoğunu bizzat yaşamış birisi olarak çok etkilendim ve sanki o günleri tekrar yaşadım. Bizi takip eden değerli okuyucularımıza da ulaşması için paylaşmak istedim.
Bu yazıyı yazan arkadaşımıza kucak dolusu sevgiler. Yüreğine ve kalemine sağlık. Eğer tanıyan bilen varsa ismini yorumlar kısmına bırakırsa hepimiz tanımış oluruz. Keyifli okumlar.
“Bir Ankara dergisinde 2012’de bana “Ankara ile ilgili bir yazı yaz” demişlerdi. Yazdıkça yazdım, yazdıkça yazdım, uzadı gitti. Ne mutlu ki onlar da kesmeden bastılar yazımı. Bu pazar sokaklarda gezerken aklıma gene aynı anılar geldi. Belki okuyup benimle anıları paylaşmak isteyen olur diye buraya da koyayım dedim. Çok uzun ama, sonuna kadar okumasanız da olur
BENCE ANKARA’LI OLMAK 80’LERDE ANKARA’DA OLMAKTIR.
Bence…
Ankara’da yaşayan, otuzlarının sonuna gelmiş ve kırklarını yeni kucaklamakta olan bir neslin memleketidir aslında Ankara. Yaşını soranlara her seferinde hiç düşünmeden “yirmibeş” demek isteyip de diyemeyenlerin gençliğidir Ankara. Herkesin herkesi tanıdığı, memurun öğrenciyle harman olduğu, zamanla barışık, sade ve uyumlu bir hayatın sürdüğü yerdir seksenlerde Ankara. Sivrilikleri törpülenmiş, gönüllü olarak birbirine benzemiş, etrafıyla uzlaşmış insanların şehridir o zamanki Ankara.
Seksenlerde Ankara diğer başkentlere göre küçüktür. Diğer metropollere göre tenhadır, hatta metropol bile değildir. Şimdi olduğu da tartışılır ya. Hava kararınca bütün şehir uyur. Caddeler sessiz ve boştur. Şehrin kalbi Kızılay Meydanı’dır ve metro inşaatı sebebiyle doksanların ilk yıllarına kadar trafiğe kapalıdır. Bu sebeple insanların ayakkabıları çamurludur işe, okula giderken. Üç sıra koltuklu eski Amerikan arabalarının dolmuş olarak kullanıldığı yıllardan, körüklü otobüslerin en ortasında “ayakta durmaca” oynanan yıllara taşınan bir nesli büyütmektedir o zamanlar Ankara.
Seksenlerin Ankara’sında çocuk olmak; yılda en az bir yarıyıl tatili kadar da kar veya hava kirliliği yüzünden okula gitmemektir, kış aylarında. Mahallenin en dik yokuşuna geceden su döküp, buz tutturup, ertesi gün naylon torbalarla akşama kadar kayıp durmaktır, al yanaklarla. Yaz tatilinde ardiyeden araklanmış tahtalarla tornet yapıp, konu komşunun filelerini pazardan eve taşıyarak harçlık kazanmaktır. Mahallenin en güzel kızıyla birlikte, evdeki eski püskü eşyaları, oyuncakları tezgâha dizip, piyango çekilişi yapmaktır apartmanın önünde. Boruları kibrit kutularıyla bağlayıp, elektrik bantlarıyla süsleyip, külah atmaktır sonbaharda. Kuşe kâğıda basılı dergilerden yapılmış külahlara daha fazla kıymet vermektir. İlkbaharda inşaatlardan karpit aşırıp patlatmaktır. Karpit kokusunu hala hatırlamaktır. Parklarda odun yakıp, közüne evden getirilen patatesleri gömüp, yarı pişmiş o tatsız tuzsuz şeyle ziyafet çekmektir, her mevsimde. Bayram akşamlarında bulaşık teli yakıp çevirerek kıvılcımlar saçmak, gündüzleri çatapat ve maytap patlatıp, kız kovalayan fırlatmaktır mahallede.
Seksenlerin Ankara’sındaki gençlerin çoğu bir spor kulübünün alt yapısında top oynamıştır; basketbol, voleybol, futbol, her neyse. Ya da okul orkestrasında görev almıştır. Bağlama çalmış, hafta sonları okullarındaki mandolin veya melodika kursuna gitmiştir. Hemen hemen herkes en azından bir kere sahneye çıkmıştır müsamere, tören ya da tiyatro vesilesiyle.
Tam hem sanatla, sporla hem de geleneksel mahalle kültürüyle yoğrulduğu sırada tüm bunlardan vazgeçip, ülkedeki “yozlaşma” akımına kapılıp, Amerika’dan gelen Lewi’s 501 kotların, Sebago ayakkabıların, İngiltere’den gelen Shetland kazakların, Burlington çorapların peşine düşmüştür gençler. Aslında aileler her geçen gün daha da ortadirek olmaktadır ama fakir-zengin herkeste bir marka hevesi başlamıştır.
Şimdi sıradan gelen şeylerin hiç olmadığı yıllardır seksenler.
Uzaktan kumanda yoktu, ondan önce renkli televizyon bile yoktu. İnternet yoktu. Windows yoktu. Hatta bilgisayar pazarında Commodore 64’ten sonra çıkan Amiga’nın ötesini hayal edebilen yoktu. Alışveriş merkezleri yoktu. Süpermarketler yoktu. Uluslararası markalar, zincir mağazalar, cafeler, bistrolar, butik pastaneler yoktu. Şimdiki gençlere garip geliyordur belki ama hiç kimse “Yaklaşırken çaldır beni” demiyordu. SMS, e-mail, Whats App, BBM vs. ile anlık olarak haberleşilmiyordu. Herkesin cebinde telefon defteri vardı ve ezberde yüzlerce telefon numarası tutulurdu. Araç telefonu, çağrı cihazı, walky talky gibi cihazların mucize olduğuna inanılırdı.
Cep telefonunun olmadığı günlerde sosyalleşmenin tek yolu, bir gece önceden haberleşip plan yapmaktı. Onikide Vakko’da, birde Yeni Karamürsel’de, üçte Gima’nın önünde buluşmak üzere sözleşilirdi ev telefonları kullanılarak. Geç kalanın en fazla onbeş dakika bekleneceğini herkes bilirdi. Otobüsle, dolmuşla, taksiyle şehrin dört bir yanından gelenler, nasıl olurdu bilinmez ama pek nadiren gecikirlerdi randevularına. Diyelim ki bir aksilik oldu ve geç kaldınız, yine de yalnız kalmazdınız. Çünkü her arkadaş grubunun sürekli devam ettiği bir iki mekânı olurdu. Baktınız ki birinci de yoklar, ikincide yüksek ihtimal, olmadı üçüncüde kesin bulurdunuz aradıklarınızı.
Nereye gidebilirdi ki zaten insanlar?
Yüksel Caddesi’nde kaldırımlarda oturuyor olabilirlerdi. Her köşe başında bir cafe yoktu o zaman. Yemek yiyeceklerse Vidar ya da Limon Burger’de bulurdunuz onları. Harçlıklarına güvenenler için tek adres Meşrutiyet Caddesi’nin girişindeki Pizerya idi. Ucuz yollu doymak için Sakarya’nın başındaki Hosta’da döner ya da sonundaki Otlangaç’ta midye tava yenirdi. Bir önceki kuşağın alışkanlıklarından haberdar olanlar içinse pasaj içindeki küçücük bir dükkânda, ayakta, Goralı Sandviç yemek adeta bir ritüeldi.
Konur Sokak’taki Dost Kitabevi’ne mutlaka uğranırdı. “Bedesten” denen, ıvır zıvır satan, hediyelik eşyacılar vardı her pasajın içinde. Onlar gezilirdi hiç bıkılmadan. Vakko’nun en üst katındaki Vakkorama’dan bir kese kâğıdı dolusu rengârenk şeker alınırdı, kaldırımda otururken yemek için. Uzun saçlı, küpeli delikanlılarla, koyu renk makyajlı, kabarık saçlı kızlardan oluşan gruplar, özenle serpiştirilmiş gibi yer tutarlardı Yüksel Caddesi boyunca. Her grupta en az bir gitar olurdu. Hotel California, When A Man Loves A Women, Still Loving You söylerlerdi. Önlerinde metal gruplarının isimleri basılı olan siyah tişörtler üniforma gibiydi. Ayaklarda zamanına göre bez Converse’ler, sonra Top Ten boğazlı basketbol ayakkabıları, daha sonra Adidas Decade tenis ayakkabıları ve en sonunda da ise Nike Air Jordan’lar olurdu, bir örnek ve sözleşmiş de giyilmiş gibi. Bu nesil ilkokul çağlarında Mekap’ın M’siyle, Panter’le, Espadril’le büyümüştü ve bu yeni markalara sahip olmak, yılbaşında büyük ikramiye kazanmak gibiydi onlar için. Yeni Karamürsel’in bu markaları taksitle satmaya başlaması, şehrin dört bir yanında yankı bulan bir müjde olmuştu gençler arasında.
Biraz daha “piyasa” bir gün geçirilecekse Tunalı Hilmi Caddesi’nde volta atılırdı o zamanlar. Ankara’nın en kral hamburgercisi Tivolino’ydu. Big Boy isimli, çift köfteli, köpük bir kutu içerisinde servis edilen burgerden yemek, hafta sonunun beklenen ziyafetiydi adeta. Birçokları içinse tam karşısındaki Vitamin’de “sosisli” yemek adettendi. Biraz daha yaşı büyük olanlar için Kıtır’a gitmek kuraldı. Bir iki bira içilip, kokoreç yenirdi. Alev Abi yapardı kokoreçi. Galatasaray Lisesi mezunu, yılın iki ayını Fransa’da geçiren, dünyanın en entelektüel ve beyefendi kokoreççisiydi. Herkes onu tanırdı ve şaşırtıcı bir şekilde o da herkesin ismini bilirdi. O bilmezse Metin Abi kesin bilirdi. Yan tezgâhta sosisli kumpir yapardı Metin Abi. Onların önünden geçmeden Tunalı’ya girilmezdi.
O zamanlar tek yön değildi Tunalı Hilmi Caddesi. Hatta şimdikinin aksi istikametinde tek yön olduğu yıllardan bile önceydi. Gidiş geliş iki yönlü araç trafiğine açık bir caddeydi. Bütün şehir cumartesi sabahını beklerdi. Sabah saat dokuzda araçlara kapanırdı cadde, pazar akşam altıya kadar. Herkesin toplanma alanı oluverirdi Kavaklıdere. Kaykaycılar cadde boyunca marifetlerini sergilerlerdi. En güzel kıyafetlerini giymiş insanlar gruplar halinde köşe başlarını tutarlardı. Vahşi Batı’daki kalabalık bir kovboy kasabasından daha fazla çizme yürürdü caddede. Sipsivri uçları, gondol topukları ile bir tek mahmuzları eksik olurdu çizmelerin. Bunların ayakkabı şeklinde olanlarına matador denirdi. Mevsime göre tercih edilen bir alternatifti. Elinde Flamingo’dan alınmış dondurma külahlarıyla Ertuğ Pasajı’nın önünde takılan yüzlerce genç erkek ve kız göz teması kurmaya çalışırlardı birbirleriyle. Mesajlar uçuşurdu bakışlarda. Çıkma teklifleri ve evet cevapları kulaktan kulağa iletilirdi neredeyse. Bir aşağı bir yukarı yürünürdü. Kuğulu Pasajı’nın önüne gelinince kestane ya da süt mısır alınırdı, bir sonraki tura kadar oyalanmak için. Akşamüstü Merry Queen’e uğranırdı mutlaka. Gitarla canlı ve akustik müzik yapılırdı orada. En az bir şarkı dinleyip çıkmak şarttı.
Tunus Caddesi’ndeki Betty Club’da mutlaka bir öğrenci partisi olurdu. Bazen bir bilet alıp içeri girilir ve saatlerce dans edilir. Bazen kapının önünde takılıp zaman geçirilirdi. İçerde Snap’ten “Power”, C & C Music Factory’den “Everybody Dance Now” ve Suzan Vega’dan “Tom’s Diner” çalardı mutlaka. Sözlerinin anlamına bakılmaksızın sarmaş dolaş dans edilirdi “Another Day In Paradise” çalarken sevgiliyle.
Her hafta sonu sinemaya gidilirdi. O zaman bir tabelanın altında on tane elli kişilik salonun olduğu zincir sinemalar yoktu. Bin küsur kişilik Akün vardı Atatürk Bulvarı’nda mesela. Tunalı’da Talip ve Kavaklıdere, Kızılay’da Nergis ve Menekşe sinemaları vardı. Metropol ve Kızılırmak eklenmişti sonraları onlara. Maltepe’deki Gölbaşı Sineması iflasın eşiğine gelip, porno film oynatmaya başlamamıştı o zamanlar. En önemli gişe filmlerine ev sahipliği yapmıştı. “Rocky”, “Rambo İlk Kan”, “Kramer Kramere Karşı” her yerden önce orada girmişti vizyona. Bakanlıklar’da Batı Sineması vardı. Hiç biri boş kalmazdı, her matinede dolar taşardı koca koca salonlar.
Batı Sineması’nın da içinde olduğu pasajda bir sürü birahane vardı. “Nereye gidiyoruz?” dendiğinde “Batı’ya” diye cevap verilirdi. Bira, patates kızartması ve beyaz leblebi tüketilirdi, sohbete meze olsun diye. Küçücük, 5-6 masalı mekânlarda, iç içe girerdi insanların hayatları. Herkes birbirine dert ortağı, neşe kaynağı, dost olurdu. Beraber şarkılar söylenirdi, az önce tanışmış muhtelif yaşlardaki can dostlarından oluşan karma korolarla. Herkes “adam gibi” içer, “adam gibi” hüzünlenir, “adam gibi” eğlenir, “adam gibi” kızar, “adam gibi” kalkıp evine giderdi o zamanlar.
Harçlığı henüz tükenmemiş olanlar geceye Farabi Sokak’ta devam ederlerdi. Dans etmek için “F-34 Disko” vardı Farabi Sokak 34 numarada. Depeche Mode dinleyip olduğu yerde sallanmak için “A Bar”a, rock dinleyip azmak için “Grafitti”ye gidilirdi. Sonraları Çevre Sokak’ta “Barba”da buluşulmaya başlandı. Zamanın önemli eller havaya mekânlarından biri olan “No Name” de oradaydı. Sabahı bulmak için Şili Meydanı’ndaki “Airpot Disko”, Cinnah caddesindeki “Artı” ve “Eksi” barlar, Hilton Oteli’nin altındaki “Jackie’s” beklerdi gençleri.
Gece eğlencelerinde en erken sarhoş olanın, bakıma muhtaç hale gelenin ve tatsızlık çıkaranın “en delikanlı” sayıldığı bugünlerden farklı olarak; bozulmaya başladığı anda içki masasından kalkıp, herkesi selamlayıp, evine çekilene hürmet edilirdi o zamanlar. Aylar boyunca her Çarşamba-Cuma-Cumartesi gecesi mekân mekân gezip, tek bir kavgaya, karmaşaya şahit olmayan yüzlerce kadın ve erkek müdavim vardı sokaklarda. Geceler şimdiki gibi yarım kalmaz ve tatsız bitmezdi. Başka yer yokmuş ve mecburlarmış gibi Şili Meydanı’nda ya da Farabi Tüneli’nin ağzında köfte yemek için toplanan insanların kahkahaları eşliğinde dağılırdı insanlar evlerine.
Doğum günü, yaş günü veya özel bir kutlama yemeğine gitmek isteyenler Tunalı’daki “La Palm”, Mesnevi ya da Tunalı’daki “Tadım”, Nene Hatun’daki “Mona Lisa” ya da Galip Dede Sokak’taki “Margaritta” isimli pizzacıları tercih ederlerdi. Sheraton Otel’in arkasındaki “Villa” ve “Wine House” isimli restoranlar kim bilir kaç evlilik teklifine ve romantik buluşmaya ev sahipliği yapmıştı. Ailecek geleneksel bir akşam yemeği planlayanlar Opera’daki “Uludağ”, Sıhhiye’deki “Yeşil Nalın” ya da Güniz Sokak’taki “Hacı Arif Bey” isimli kebapçılara giderlerdi. Ağır bir gece eğlencesi için “Bizon” ve “Chinatown” kulüpleri, daha köpüklü bir hafta sonu eğlencesi için “Baron” ve “Real” barlar akla gelirdi. Dedeman’ın karşısındaki “Başkent Çorbacısı” ve Çankırı Caddesi’ndeki “Çiçek Lokantası” sabahçıların değişmez mekânlarıydı.
Karne günlerinde Tunalı’ya ya da Seğmenler Parkı’na çıkanların başına neler geleceğini büyük küçük herkes bilirdi. Yumurtalar havalarda uçuşurdu. Birkaç saat içinde ara sokaklar bile dayanılmayacak kadar kötü kokardı. Yaşlı genç herkes isabet alabilirdi ama kimse kızmazdı. Günün sonunda kavga etmek için değil, o günü kutlamak için hep beraber azardı farklı okullardan liseliler. Leş gibi evine dönen hiç kimse ertesi güne kin taşımazdı. Sonraları su ve un, ketçap ve mayonez eklendi menüye ve her eklenen yeni malzemeyle daha da kirlendi bu geleneksel eğlence. Zamanla, yeni yetmelerin tekmeli yumruklu kavgalarının arasında yok oldu gitti, bir sürü başka eski alışkanlık gibi.
Serserilik bile daha ahlaklıydı o zamanlar. Şimdiki gibi kızların okul bahçelerinde tekme tokat, saç baş birbirine girdiği hiç görülmezdi. Erkekler kapışırdı çok lazımsa, o da yazılı olmayan ama herkesin bildiği kurallara göre. Birbirine horozlanan kalabalıklar şuursuzca birbirlerine saldırmazlardı. Teke tek, ikiye iki, üçe üç çıkılırdı er meydanına. Kimsenin aklına, eline geçirdiği sert bir maddeyi karşısındakinin kafasına vurmak gelmezdi. Neredeyse hiç kimsenin cebinde kesici alet olmazdı. Bileğine güvenirdi tüm erkek çocukları.
Her dönemde olduğu gibi seksenlerde de diğer şehirlerden farklı bir argo yaşardı Ankara sokaklarında. Farklı ve garip benzetmeler kullanılırdı gençler arasında. “Her b..a maydanoz olmak”, “herıld yani” gibi kalıplar hemen her konuşmada geçerdi. “Kafayı yedim”, “kendine iyi bak” demek yeni yeni alışılan laflardı. “Züppe” yerine “cop cop”, “kıro” yerine “maganda”, her unvanın yerine “hocam” kullanılırdı. Ankara’dan çıkan argo deyimler önce mizah dergilerine, oradan da tüm ülkeye yayılırdı. Neredeyse yarısı üniversite ve lise öğrencilerinden oluşan şehirde “Gır Gır” en çok satılan dergiydi. Sonraları çıkan “Leman”ın ilk sayısını satın almak için bazı büfelerin önünde kuyruklar oluşmuştu. Türkiye’nin sanat ve kültür yaşamında bariz bir “Ankaralılar hegemonyası” vardı. En uç siyasi görüşlerin dergilerini ve günlük gazetelerini çıkarmaya cesaret edenler Ankara’lı gençlerdi. Amatör müziğin kalbi burada atardı. Hacettepe ve Odtü, “rock grubu üretim merkezi” gibiydi. Ankara Sanat Tiyatrosu ve benzerleri fabrika gibi sahne insanı çıkartırlardı.
TRT Ankara Televizyonu’nun deneyimli personeli, yeni yeni inşa edilen özel televizyonculuğun harcı olmuştu. “Radyomu Susturma” protestosu Ankara’dan çıkmıştı ve neredeyse bütün arabaların antenlerinde haftalarca siyah kurdeleler dalgalanmıştı. Gençler, ulusal istasyonlardan çok yerel bir radyo olan Gün FM’i tercih ederlerdi. Hafta içi günlerde, gece yarısından sonra radyonun başında sabahlanıp okula geç kalınırdı. “Katil Kim” programına telefonla bağlanılıp, iki soru sorulup, tahmin yapılırdı. Kim olduğu sır gibi saklanan “Radyonun Delisi” diye bir adam, kendisini arayanı tersleyip suratına telefonu kapatırdı ve bu muameleye maruz kalmak için arayanlar yüzünden hatlar kilitlenirdi. Ülkedeki her şey ve herkes derinliğini kaybedip, yüzeysel ve gündelik bir bakış açısına kurban giderken, Ankara’nın gençleri uzun süre direnebilmişti. Hoşgörülü, sağduyulu, uyanık ve çağdaş olma refleksi henüz yitirilmemişti o zamanlar.
Seksenlerde Ankara’da olmak sabırlı olmak demekti. Esenboğa’da uçağının tekerleri yere değen her devlet büyüğü için, daha o uçaktan inmeden Ulus’ta, Sıhhiye’de, Kızılay’da ve Kuğulu Kavşağı’nda trafik durdurulurdu. Bu durum o kadar kanıksanmıştı ki uzun uzun bekleyen vatandaşlar, önlerinden geçen çok arabalı konvoyları protesto etmek için kornaya bile basmazlardı.
Ankaralılar tarafından kanıksanan şeylerden birisi de gündelik yaşamın, başkente özgü binaların arasında sürüyor olmasıydı. Bu en çok Ankara dışından bir misafir gelince hissedilirdi. Ankaralılar, her gece ana haber bülteninde izledikleri yerlerde yaşadıklarını, ancak misafirin Anıtkabir’i, Meclis’i ve Çankaya Köşkü’nü görünce sergilediği şaşkınlık sayesinde fark ederlerdi. Belki de hiçbir zaman değişmeyecek olan tek şey budur Ankara’da.
Ankara’nın sembol binalarından Ata Kule açıldığında olay olmuştu şehirde. Tepesinin dönüp dönmeyeceği, dönerse nasıl döneceği, dönmezse neden dönmeyeceği ile ilgili rivayetler, saptamalar ve teoriler geliştirme trendi yıllarca iş yaptı şehirde. “Ne olacak memleketin hali?” polemiği kadar ilgi gördü Ata Kule. Gençler içinse Tunalı Hilmi’den yukarı taşınan bir hafta sonu aktivitesiydi. Tırabzanlara yaslanıp saatlerce durulurdu öylece. İkinci kattaki gümüşçülerde yaptırılan künyeler takılırdı bileklere. Kocaman harflerle isimler yazılı olurdu üstlerinde. Erkeklerin “Amerikan stili” kesilmiş saçlarının, briyantinden bir tabaka ile kaplanması, kızların permalı saçlarının sırılsıklammış gibi görününceye kadar jöleye bulanması modaydı. Bir de uzun yıllar terkedilemeyen “rugan ayakkabı içine beyaz havlu çorap giyme” modası vardı ki hatırlamak bile utanç verici.
Or-An Şehri’nde, Ümitköy’de, Beysukent’te oturanları kimse anlamazdı. Onlar herkesten önce toparlanıp evlerine doğru yola koyulunca “Ne işleri var ta oralarda ya?” diye dedikoduları yapılırdı arkalarından. Uğur Mumcu Caddesi’nin sağ tarafında yeni yeni sokaklar oluşuyordu. Caddenin adı da “Köroğlu Caddesi” idi o zamanlar. Uğur Mumcu’nun evinin önünde mumlarla türküler söylememişti daha seksenlerin çocukları. Best Pastanesini mekân edinen gençlerin arasında, bombalı saldırı olana kadar, Prof. Dr. Bahriye Üçok’un evinin hemen yan binada olduğunu bilen yoktu. Yıldız Kavşağı’ndan sağa, şimdiki Turan Güneş Bulvarı’na dönülünce, uçsuz bucaksız tozlu bir toprak yoldan devam edilirdi yukarı doğru.
İnsanlar Ankara’ya yaklaştıklarını, Eskişehir Yolu’nun sağındaki tepelerden birinin üzerinde, askeri radar istasyonuna ait beyaz yarım küreyi görünce anlarlardı. Bugün hala aynı yerde olan ama önüne inşa edilen Gordion AVM ve birkaç çok katlı site yüzünden görülemeyen beyaz yarım küreyi. Havaalanına gitmek için iki saat önceden yola çıkılırdı. Esenboğa’dan dış hatlara uçulacaksa, soldaki tek katlı prefabrik terminale gidilirdi. Otobüsler eski hipodromun karşısındaki garajlardan kalkardı. Şehrin göbeğinde, kocaman şehirlerarası otobüsleri görmek kimseyi şaşırtmazdı. Ankara’nın ilçelerine giden otobüs ve minibüsler içinse hareket noktası, GATA’nın hemen altındaki Eski Garajlar diye anılan boş alandı.
Her şeyin satın alınacağı yer belliydi ve seksenlerin Ankaralıları bunları istisnasız bilirlerdi. Meyve sebze Ulus halinden, her tür bakliyat, pirinç, bulgur ve kuru yemiş kale kapısından, balık Sakarya Caddesi’nden, mobilya Siteler’den, kullanılmış ev eşyası İtfaiye Meydanı’ndan, araba Aydınlıkevler’den, bisiklet Yiba Çarşısı’ndan, tesisat malzemeleri Modern Çarşı’dan, iç çamaşırı Kocabeyoğlu Pasajı’ndan, spor malzemesi Ülkealan Pasajı’ndan… diye uzayıp giderdi bu liste.
Kısacası seksenlerde Ankara’da olmak “daha az seçeneğe sahip olmak ama bu seçenekleri uzun sürede, tadına vararak tüketmek” demekti. “Elindekiyle yetinmek ve mutlu olmak” demekti.
İnsanların “güvenli şehir” beklentilerini fazlasıyla karşılayan bir düzenin parçası olmak ve düzeni sabote etmemek demekti. Sınıf farklılıklarının “şimdiki kadar” keskin ve acılı olmadığı, ortak paydaların şehrin daha büyük bir kısmı tarafından paylaşıldığı bir sosyal çevre demekti. Cebinde tomarla para olmadan, daha çok şeyi alıp, daha çok yere gidip, herkesle birlikte eğlenebilmek demekti.
Bence Ankaralı olmak, daha düzenli, daha sade, daha eğlenceli ve daha güvenli bir Ankara’nın tadına varmaktır.
Şimdiki Ankara’ya alışamamak ve seksenleri özlemektir.”
Alıntıdır…
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.